Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Ağustos 2019 Perşembe

ÜÇÜNCÜ SAYFA HABERLERİ



Çiçekleri tek tek, bir çocuk başı okşar gibi okşadı. Menekşeler, kokusu, rengi, narinliği ile onu masumiyetlerin en tepesine çıkarıyor. Nedenini bilmediği bir duygu. Bu çiçek ona masumiyet yanında bir de hüzün getiriyor. 

Bu sırada karşı binanın önünde eşya yüklü bir kamyon durarak beklemeye başladığını gördü. Yeni komşular galiba diye düşündü. Evet evet kesin, yeni komşular. Sonra bekleyen kamyonun önünde bir araba durur ve içinden bir adam iner. Başka inen yok mu diye, şöyle aracı incelemeye alır Leman Hanım.

Araba biraz ilerde olduğundan mıdır yoksa gözleri de uzağı göremediğinden midir, aracın ön tarafında birisi olup olmadığını kestiremez ama arka tarafta gölgeler olduğunu fark eder. Meraklanır, biraz balkonda oyalanmayı yeğler. Hiç yapmadığı hareketti aslında birilerini izlemeye almak. Nedense yeni gelen dikkatini çekmiştir; belki adamın külhan beyi yürüyüşü, belki de kimseye aldırmadan orasını burasını kaşımak için sürekli bir yerlerine el atmasıdır dikkatini çeken, yok dedi bu kadar basit olamaz, şu gördüğü birkaç dakikada da bu adam niye kendisine bu kadar itici geldiğini çözemez Leman Hanım. Araçta gördüğü gölgeler dışında, ortada ne bir kadın, ne bir çocuk vardır ve gölgeler onlarsa eğer, araçtan niye inmiyorlar acaba sorusunu sorar kendine.

Sadece inmediklerine mi şaşsın, yoksa çocuk olurda hareket etmezliğine mi! Canım, etmiyorlar işte, taş olup putlaşmışlar sanki. Adam, kamyondan inen beş hamala eşyaları taşıtır. Üç saati aşkın bir zamanda kamyonu boşaltırlar. Bu sürede kendine çay yaptı, demledi ve ağı ağır yudumlayarak onları seyretti Leman hanım. Ve Arabadan kimsecikler inmedi şu ana kadar. Tüm eşyalar taşındı, yerleştirildi ve işin bitimiyle de rahat nefes alan işçiler, bir canlılıkla kamyona doluşarak oradan ayrıldılar. Adam arabaya yaklaştı. Şoför koltuğunun yanındaki yerin kapısını açtı ve bir kadın dışarıya çıktı. Elinde küçük bir menekşe saksısı. Biraz ürkekçe, etrafa göz ucuyla bakar. Bir bakan var mı gibisinden. Karşı balkonda, onu meraklı gözle izleyen, Leman hanımın bakışıyla karşılaşır birden, irkilmiştir. Leman hanım, başıyla hafiften bir selam verir. Kadının mimikleri, ne yapsam acaba der gibi bir tereddüt yaşar, alel acele yanına gelen adama çaktırmadan selamı alır. Adam, kadının kolunu tutmasıyla, o kol tarafına hafifçe eğilir kadın ve sürükler tarzında çekmeye başlar. Sonra arabanın arka kapısına yönelerek kapıyı açar. Oradakinlere çıkın gibisinden bir işaret yapar. “Aman Allahım, bu ne güzellik böyle” İki tane çocuk, bir kız bir oğlan, aynı yaşta görünüyor, ikiz bunlar kesin dedi içinden Leman Hanım. Dışarıya çıkan çocuklar, güneş ışınlarının gözlerini kamaştırmasından değil de, babalarının gölgesinin verdiği karartıdan korunmaya çalıştıkları hissiyle, ona bakarlarken gayri ihtiyari ellerini gözlerine siper ederler. Zaten dereye düşen yavrularını kurtarmaya çalışan anaç kedi havasında, yavrularının yanında olduğunu hissettirmek amaçlı adamın önüne geçen kadın, elindeki küçük çiçeği oğlana vererek, onu bir yanına, diğer çocuğunu da öbür yanına alarak ellerinden tutup binaya doğru yürümeye başlar. Adam hiç oralı değil. Çocukların birisinin de elinden de ben tutayım demek falan yok. Hatta arada bir kadının kolunu dürtüyor çabuk yürü der gibisinden.

Leman hanımın gözü adamı hiç tutmadı. Giyimi konuşuyor sanki, ben erkeğim erkek, görmeyen görsün, duymayan duysun tarzında. Gömlek yakası aşağılara kadar açık, düğmelenmemiş, hele ne o ayağında ki yumurta topuk ayakkabı, üstelik üstüne de basmış ayakkabının. Elinde ki tespihe ne demeli. Derviş desen değil, adam desen ……! “Allahım, gücüne gitmesin ama bu adamla bu kadın oluyor mu şimdi?” diyerek göğe bakar Leman hanım, cevap beklercesine.

Ses gelir; Yan daireden komşusu Dilek çıkar birden balkona, “Leman ablam bakıyorum saatlerdir balkondasın”

“Evet, biraz güneşleneyim dedim.”

“İyi etmişin, fazla kalma, fazlası cildine zarar verir. Bakıyorum çayları götürüyorsun, bize yok mu?”

“Olmaz olur mu gel hadi, karşılıklı içelim.”

“Şaka ablam, sen iç ben daha yemek yapacağım, birkaç çeşit yapayım da hafta içi zorluk olmasın bana. Çalışınca uğraştırıcı yemekleri hafta içi yapamıyoruz işte bildiğin gibi.”

“Bilirim ablam bilirim. Abinde sarmalara dolmalara bayılırdı. Sen gibi ben de, hafta sonları hazırlayıp atıyordum dipfrize işte. Öyle idare ettik bizde yıllarca. ”

“Yeni gelenleri gördün mü, Leman ablam.”

“Gördüm.” “Bir tuhaflar gibi geldi bana, arada bir baktım pencereden de.” “Ne gibi?”

“Koskoca bir kamyon eşya boşaldı. Kadın hiç arabadan inmedi vallahi. Milletin canı ne kıymetliymiş.”

“Belki adam istememiştir.”

“Neden istemesin ki?”

“Bilmem, benim ki sadece bir düşünce.”

“Olabilir mi ki! Aman bize ne canım. İnşallah iyi komşulardır da arada bir laflarız onlarla, ne dersin?”

Leman Hanım sohbeti fazla uzatmak istemediğinden, tek cümlelik “bakalım” sözüyle noktayı koymak istemiş, sonra baştan sağmış bir cevap olacağını düşünerek, noktayı kaldırıp yerine noktalı virgül koyarak , “Dilekçiğim dediğin doğru bak cildim yanmaya başladı şimdiden, fazla durdum galiba dışarıda, içeri gireyim ben artık” sözünden sonra, noktaya temel attırmıştır.

“Bence de hemen gir içeri sen ablam ya, ben de yemeklere devam edeyim, kızartma yapacaktım, bak şimdi canımı çektirdin bir de dolma yapayım ekstra. Ayrıca abime de getireyim bir tabak, olur mu?”

“Gerek yok Dilekçiğim, dolmayı ben yaptım, olmadığında ikram edersin.” “Tamam o zaman, çaya bir gün beklerim ablam, görüşürüz” diyerek gelecek cevabı almadan telaşlı telaşlı içeriye girer Dilek.

Leman Hanım, kollarına bakarak bayağı kızarmış düşüncesiyle elini, hafiften kollarının üzerinde gezdirir. Zaten bir insanın başına ne geliyorsa, meraktan gelir dedikleri bu olsa gerek” diyerek kendine kızmış olarak içeriye girer.

Günler geçiyor, yeni gelen komşusunu birkaç defa balkonda görmüşlüğü ve hoş geldiniz diyebilmişliğine karşılık, kadının hoş gördük cümlesi dışında karşılıklı başka laf edememişlerdir. Çünkü, kadın sözünü bitirir bitirmez, hızla içeriye girmiştir hep. Bu kısacak zamanda bile sanki gözünde bir morluk fark eder gibi olmuştur Leman Hanım. Bana mı öyle geldi acaba diye düşünmeye başlar. Komşuları balkonda olduğu zaman, kadının dışarıya çıkmamaya gayret ettiğini sonradan anlayacaklardır komşuları. Herkes içeriye girdikten sonra alel acele balkona çıkar, o da ya çamaşırlarla işi vardır ya da balkonu hızlı hızlı yıkadığı anlardır.

Ya o çocuklara ne demeli, hiç görünmüyorlar. Leman Hanım bazen kendi sorar, ben çocuk gördüm değil mi diye. Yanıldım mı acaba diye de kendisini sorgulardı arada. O balkonda istisnasız hep adamın oturduğu görünür, elinden de hiç düşmeyen o tesbih, habire çekilmekte, o çektikçe önünde baş eğen karanlık, yarenliğinle sarmaktaydı sanki onu.

Haftalar sonra Leman hanımla komşuları, onun evinde buluşurlar. Yeni gelen komşusunu da unutmamış, onu da çağırmıştır. İçinden bir ses, elini ona uzat demektedir sürekli. Bu eli uzatmak amaçlı “Biliyorum, kızım, aslında bizler sana hoşgeldine gelmeliydik, lakin seni rahatsız ederiz diye gelemedik, ben ve komşular seninle tanışmak istiyoruz, üstelik bugün arkadaşlarla da bende toplanacağız, sende gelirsen çok seviniriz” diyerek onu da davet etmiştir oturmaya.

Kadın ürkek, bir o kadar huzursuz olarak “Bilmem ki” der, sonra duraklar, devam eder tedirgince “Gelmek isterim aslında ama yine de Bey’ime bir sorayım.”

Leman hanım “Tabii kızım sor, ama bak bir yerlere çıkmadığını görüyorum, sana da bir değişiklik olur” diyerek onun tedirginliğini gidermeye çalışır.

Buluşma günü, oturmanın sonlarına doğru gelebilir kadın. İsminin Ayşe olduğunu öğrendiler. Onlar sohbet ederken, kadının, ağzından bir laf kaçırırım der gibi acılı suskunluğuna şahit oldular. Ve bakışlarıyla, ona yardımdan çok, bilmeden onu ezdiler. Buna dayanamayan kadın, en son o geldiği halde, en erken o kalktı misafirlikten.

“Ben gideyim, eşim erken gelebilir” diyerek, kanadı kırık bir kuştu misali, yüreği ha uçtu, ha uçacak. Leman hanım misafirini uğurlamaya çıkar. “Kızım, bak bir sıkıntın olursa her zaman gelebilirsin, gördüğüm kadarıyla da sen sıkıntıdasın, diyerek onun kollarında geçmeye yüz tutmuş morluklara bakar hissettirerek. Çekinme olur mu?”

“Yok abla, Allaha şükürler olsun, sıkıntım yok benim, çok iyiyiz biz. Benim duruşum biraz soğuktur. Soğuk yapılıyımdır ben. Hemen kaynaşamam insanlarla” sözünü, ben suçluyum, başkası değil demek istercesine, her kötünün sebebi olarak kendisini göstermeye çalışır anlamsızca. “Görüyorum, gözündeki , kollarında ki morlukların geçmekte olduğunu, kapatmaya çalışmışsın kremlerle ama ben buradayım diyor sen ne kadar onu kapatmaya çalışsan da kızım.”

Yutkundu Ayşe, gözleri doldu “Çocuklar uyanmak üzeredir, gideyim ben.” “Git kızım, git” diye bildi sadece. Koşar adım gitti Ayşe.

Leman hanım, kardeş gibi ısındı ona. O da Leman hanıma. Sonra anlattı her şeyi, tek tek. Kocası şizofrenmiş, evlenirken söylememişler. Kocasının ailesi, evleninceye kadar herkesten saklamışlar oğlanlarının durumunu. Bir an önce bir yuva kursun istemişler. Evlenirse durumu belki düzelir diye düşünmüşler. Halbu ki doktoru demiş onlara, iyileşmeden olmaz. Evliliği yapamaz. Şüpeci bir insan, eşinin her davranışından huylanır, hep acabalarla savaşır. Sadece eşi için geçerli bir durum değil, herkesten şüphelenir bu durumda ki kişiler. Tedavi olmadığı sürece, karşısındaki kişiye zarar verir demişler. Aileye göre, erkek adam evlenmeli hemen. El alem ne der. Olmaz tabi ki, sonra da tedavi olurmuş oğlanları onlara göre. Oğlanlarının yaşı gelmiş. Haber salmışlar her yere. Sonunda tanıdıkları haber vermiş, bir komşusunun kızları varmış. Güzel mi güzel, hanım mı hanım. Lakin biraz durumları fakirmiş. Bu durum kız arayanların işine daha çok yaramış. Oğlanlarının durumu ortaya çıktığında, kız en azından başını alıp gidemeyecek nasılsa. Mecbur o zaman bizim oğlumuza katlanmaya diye düşünürler.

 

Haklıda çıkarlar. Ayşe gidemez baba evine. Nereye gitsin, bir başına değil ki artık. Bir baş gitti. Üç baş oldu. Çocukları ikiz. Onları bırakıp da gidemez. Onları getirse, babasının gücü hepsine bakmaya yetmez. Mecburdur çekmeye. Kocası evliliklerinin daha ilk haftasında başlar hemen, sağına bakma, soluna bakma. Baktığını gördüm, sen ona kaş göz mü ettin, sen ona kuyruk mu salladın. Şoktadır Ayşe. Sen ne demek istiyorsun. O ne biçim söz öyle” der demez, bir yumruk iner gözüne. Sonra çeker gider kocası. Kocasının ailesiyle aynı evde oturmaktalar. Kaynana, kayın baba koşar gelirler hemen. Gelin yerde serilmiş halde yatıyor. Kaldırırlar. Gözüne buz koyarlar. Bir haftalık gelindir daha. Kızım der kaynanası, sen gücenme, başka bir şeye kızdı herhâlde. Bir daha yapmaz benim oğlum. Üzülme sen diye onu teselli etmeye çalışır. Kayın babası “Öyle deme hatun, anlatalım her şeyi gelinimize, bu böyle olmaz. Beni soktunuz o kadar günahın içine, susamam artık” diyerek oğlunun psikolojik rahatsız olduğunu ama tedavisinin sürdüğünü anlatır ona. Anlatır ki bir daha yaptığında hazırlıklı olsun gibilerinden. Ayşe yapmaz belki bir daha diye düşünür. Ne gezer. O bir yumruk, sonra iki yumruk olur, sonra işin içine tekme tokat girer, aylar yılları kovaladıkça, darbeler artar vücudunda. Kayınbaba dayanamaz, oğluna “Seni gözüm görmesin artık” diyerek evden kovar.

Ben gidersem, ailemi de götürürüm diye restini çeker. Aklı sıra torunlarından ayrılamaz anamla babam diye düşünür. Onlar yorulmuşlardır her gün gelinlerinin odasından gelen tekme tokat seslerinden, ama oğlanları yorulmamıştır. Yorulmaya, durmaya niyeti yoktur. Hata ettiklerini, bir cana bilerek kıydıklarını anlarlar. Ama iş işten geçmiştir kendilerine göre. “Götür, aileni de götür” derler. Halbu ki onlarda kaçmaktadır, her suçlu gibi. İşte o mahalleye bu durumlardan sonra gelmişlerdi. Ve Ayşe’nin gözündeki morluklar başındaki yarıklar artmaktaydı günden güne. Leman hanım olsun, diğer komşular olsun, kaç kere kocasının elinden almışlardı onu.

Ayşe yine ses çıkarmaz. Çocuklarının hatırına mıdır katlandığı veya eşinin bir daha yapmayacağım sözlerine inancı mıdır bilinmez hep affeder eşini, hep eve döner. Pencereleri, siyah perdelerle kaplı o eve.

Bir gün Leman hanım dayanamaz “Kızım ne yapıyorsun sen? Söyle, canına mı kastın var?”

“Ne yapayım ablam.”

“Ailene git.” “Bakamaz babam bizlere.”

“Çalış, sana çevremizden iş bakalım.”

“Rahatsız eder her yerde eşim. Üstelik şizofren, deli raporu var. Öldürse beni, ailemi, çocukları, elini kolunu sallaya sallaya çıkar gider. Kimse de dur diyemez.”

“Sığınma evleri var. Koyalım seni, çocuklarınla beraber. Bir şey yapamaz sizlere. Güven bana.”

“Yapamaz mı?” “Kesinlikle?” Gözlerinde bir pırıltı belirir Ayşe’nin. “Olabilir mi aslında diyerek, kendine soru sormaktadır, düşünür biraz,”

Denemekte yarar var. Ben niye korkuyorum ki bu kadar. Çocuklara zarar vermesin diye duruyorum yanında, ne malum gece çocuklarıma zarar vermeyeceği.”

“Tabi kızım. Delinin hararı gararı belli olmaz. Bir an önce kurtul bundan. İlk önce kurtulman için, bunu karakola şikayet edelim. Oradan bir sığınma evine gidip sizleri oraya yerleştirelim.”

Ayşe kabul eder. Kurtulacaktır artık bu işkenceden. Sevinç gelir içine. Karakola varırlar. Şikayet eder kocasını, kocasını bulup getirirler. Ayşe’ye yalvar yakar af diler, “bir daha olmayacak” der.

Polislerde bir yandan, “Bacım bak çok yalvardı, adam bir daha sana el kaldırmayacağına söz veriyor, bu adamı bu kadar üzme” diye Ayşe”nin üzerinde baskı kurmaya çalışırlar.

Ayşe, Leman hanıma, diğer komşularına bakar.

Leman hanım “Kızım, Ayşem, yapma, bu bakışı kaç defa sende gördük, ona inanma bakışı bu sendeki. Ama İnanma. Ölüme gitme kızım.”

“Ablam korkma, olacağı fazladan birkaç yumruk daha yerim. Ama son defa denemek istiyorum. Arkama dönüm baktığımda, bunu yapsaydım belki ayrılmazdık demek istemiyorum.”

Bu söz üzerine Leman hanım, Ayşe’ye bir şey diyemez. Sadece yüreği burkulur. Tüm komşular birbirine baktılar ve ona başka bir söz söylemeden

“Gidelim” dediler.

“Gidin ablam, beni merak etmeyin siz. Evlerimiz yakıncık bak. Bir şey olursa, yardım isterim sizden” dedi içtenlikle.

Bu sözün söylenmeyen anlamı, eşine aslında güvenmediği ama çocukları için son bir şans vermesi gerektiğinin bir anlatımıydı bu.

Komşuları giderken hepsi dönerek Ayşe’ye bakar. Kocası önünde diz çökmüş, onun elini tutmuş bir şeyler anlatıyor, bir daha bunları yapmayacağım dercesine.

Ayşe’de onlara bakar, bir menekşe çiçeği mahsunluğunda, ilk geldiği gün ki gibi belli belirsiz bir selam herkese.

Kötü haber, sabah tez geldi kapılarına, tüm komşular üzgün. Ayşe’ yi kocası eve geç vakit getirmiş. Karakoldan sonra, onu bir lokantaya götürmüş.

Lokantadakiler anlatmış; Ayşe çocuklar komşuda, onlar orada korkar dedikçe otur, yemeğimizi yiyelim. Bir daha kısmet olmayabilir böyle dermiş kocası. Niyeti belliymiş aslında ilk baştan. Ceza almayacak ya. Bir daha elinden kaçırır mı avını? Sormuşlar sonra “Niye yaptın bunu” “O nasıl oluyormuş da, komşuda olsa elin kadınları, elin adamlarıyla onu, karakola şikayet ediyorlarmış. Onlar bir olmuş, beni öldürmek istiyorlardı. Ben onlardan önce davrandım. Onu sağ kalmayacak şekilde on yerinden bıçakladım.”diyerek her vuruşunu, tek tek saymış. Sonunda da “Nefsi müdafa yaptım” demiş.

Komşular üzgün, kurtaramamışlardı Ayşe’yi. Ellerinde kala kala, “Kadına yönelik şiddetin son örneği Ayşe …. cinayeti”ni duyuran üçüncü sayfa haber küpürleri kalmıştı ellerinde.

Not:Katledilen Ayşe PAŞALI ve tüm kadınlar anısına yazılmıştır.

 

10 Mayıs 2019 Cuma

KADIN VE ÇOCUK

 
Yağmurun kimseye sorgu sual etmeden, deniz sularının üstüne süzülerek inişini görüyordu kadın, rüzgâr da vardı. Saçları kendine ihanet edercesine bir oyana bir buyana savruluyor, o da istikrarlı bir halde hep o sulara gözünü dikmiş, oradan bir şey bekliyordu. Arkasına dönüp baksa, ortalığı kasıp kavuran o fırtınada bir şey de göremeyeceğini anlıyor ve fırtınaya inat önündeki deniz sakince duruyordu. Kadında kendisinden aldığını iade etmesi için sabırsızlıkla onun başında bekleyişini sürdürdü. Fırtınanın hırçınlığından değil denizin sakinliğinden ürktü. Fırtına artıkça arttı, kadın hiç hissetmez oldu. Küçük adımlarla yaklaştı suya, bir adım daha atsa, kavuşacaktı oğluna. Son adım kaldı geriye, gayret etti. Fırtına da ona inat iteledi onu geriye. O da inat ediyordu, birden her şey sessizliğe büründü, sanki ona bir şeyler duyurmak istercesine.
Anne, anne.

Oğlum dedi kadın, tekrar tekrar oğlum.
Bir çocuk gülüşü bir sis yumuşaklığında yavaştan ortalığı kapladı. Meleğim nerdesin? Çocuk gülüyordu, kadın da gülüşe bıraktı kendini. Oğlum dedi tekrar gülerekten. Karşılıklı gülüyorlardı, ama kadın bir türlü oğlunu göremedi.
Nerdesin bebeğim?
Anne yanlış dedi çocuk ve yine güldü. Ne yanlış bebeğim.
Anne ayağın!
Gayri ihtiyari ayağına baktı kadın. Bir ayağı denizin ucuna gelmiş öyle durmaktaydı kıyıda. Bekledi öylece, istedi oğlu konuşsun.
Anne dedi tekrar çocuk.
Oğlum.
Bana ne derdin?
Ne derdim bebeğim.
Çocuk daha çok güldü. Kapıdan çıkarken ilk sağ ayağınla çık derdin Anne.
Hatırladı kadın, o küçük ayaklara okşaya okşa giydirdiği ayakkabılarını, oğluna değil de ayağa konuşarak, güzel ayaklar, içinizden ilk önce kapıdan sağ ayak çıkacak, arkasından sol ayak der ve oğluna dönerek, onlar anladı dediklerimi, şimdi nasıl yapacaklar söylenenleri bak şimdi dediğinde, oğlu da annesinin kendisine belirlediği o adımları atardı kapıdan çıkarken. Kadın kendince, çocuğa hem yönleri öğretmiş oluyor, hem de nedense kendisinin de anlamadığı anne babasından öğrendiği, kapıdan ilk önce sağ ayakla çıkılır batılını bir ritüel gibi her zaman gerçekleştirerek onun beynine kazımaya çalışıyordu. Çocuğuna hatırladım bebeğim dedi. Seni üzdüm mü?
Çocuk, bir yandan gülüyor, bir yandan Anne o ayağını çek diyordu. Hemen değiştiririm dedi kadın.
Hayır Anne kapıdan çıkma sen dedi usulca kulağına, kadın hisseti nefesini, şaşkın ve perişan bir halde kaldı orada. Gülen çocuğun, birden ağlaması duyuldu.
Oğlum, bebeğim, neden ağlıyorsun, bekledi sonra, bebeğim. Nerdesin, bak ben burdayım Annem ağlama, ben geleyim nerdesin?
Kadın bunları söylüyor bir yandan perişan bir halde o fırtınada bir o yana bir bu yana koşuyordu. Ses uzaklaşmaya başladı, kadın iyice perişan oldu, tek bakmadığı yer denizdi, seste o taraftan uzaklaşıyordu, denize tekrar yaklaştı, üstünü çarşaf gibi birden karanlık sardı. Önünde beliren kayığın, suyun üstünde süzülerek o karanlığın içinde kayboluşunu, dehşetle açılmış gözleriyle takip etti. Elinden kayıyordu işte, bunun üzerine ciğerinin yanan ateşini, göklere duyurmak istercesine çığlık çığlığı ağlamaya başladı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da o kayığın peşinden giden ruhunu kıskanıyordu. Sarsılmaya başladı, yer gök birden. Annesinin sarsmasıyla, gözlerini açtı, görüp görmediği belli olmayan donuk gözlerle karşısındakine sen kimsin dercesine baktı.
Yaşlı gözlerle ona bakarak, tamam kızım tamam bebeğim diyen annesinin, sarmalayan kolları arasında sakinleşinceye ve ruhu yerine yerleşinceye kadar bekledi. Rüyaydı her şey, çocuğu öleli bugün tam bir sene olmuştu. Rüyada olsa gelmedi, olmayacağını bilse de denizden çıkar gelir diye hep bekledi, yine gelmedi. Bugün geldi, hiç istemediği bir zamandı onun için, rüyada da olsa bugün istemiyordu onu. Neden geldin, neden dedi kaç defa. Annesi sen ne diyorsun kızım diyerek saçlarını okşadı kucağında. Beynini ve kendisini toplamalıydı, bir yere geç kalmış gibi aceleyle annesinin kucağından ve yatağından sıyrıldı.
Ne oldu dedi Annesi, İşim var. Ne işin, biraz önce ağlıyordun, şimdi işin olduğunu söylüyorsun. Konuş kızım benimle, kaçıyorsun, sorulardan, kendinden kaçıyorsun, neden?
Anne lütfen.
Yüzleşmek zorundasın gerçeklerle. O gitti kızım. Gitti. Bekleme.
Anne yapma bunu bana.
Yine o kıyıya gidiyorsun işte. Ama boşuna kızım. Anne oğlum geldi bana bugün.
Annesi hiçbir şey sormadı. Evet inanmıyorsun bana, ama geldi. Gerçi kendisini göremedim ama sesini duydum, o dünyalar güzeli sesini. Annesi yataktan doğruldu kızına tekrar sarıldı. Kızı o zaman, Anne ben iyiyim inan. Bugün güzel bir gün olacak inan diyerek dolabına yöneldi ve giyinmem gerek izin verirsen deyip kıyafetlerini incelemeye koyuldu.
Anne üzgün, kızı kendisine, arkadaşlarına, tüm dünyaya karşı bir duvar örmüştü torunu öleli. Keşke derdi her zaman keşke, o gün torununu gezmeye çıkarmak istemeseydi. Onları çıkardığı yetmemiş gibi torununu kızıyla deniz kenarında gezdirirken, komşusuyla arasında olan ve yanlış anlamadan kaynaklanan bir sorunu kızınla konuşmak ve ondan fikir danışmak istemeseydi keşke. Öyle bir sohbete dalmışlar ki, torununun kaşla göz arasında kaybolduğunu fark edememişlerdi ve hayatta dönüşü olmayan ölümcül hatalardan birini yapmışlardı. Geride bıraktıkları o güne döndüğünde, kızı aniden irkilmiş, ne oldu bir şey mi oldu sorusuna kızı da, etrafına bakınarak, Anne oğlumu görüyor musunla cevaplamıştı. İkisi de telaşlandı birden, Anne ilerlerde ki yeşillik alana koştu, orada oynaşan köpeklerin başındadır diye, büyük anne arkasından, yoktu orada, tüm çevre bağrıla çağrıla arandı. Yok. Tüm vücudu zangır zangır titreyen kızını sakinleştirmeye çalışıyordu anne, bu arada polisi aramayı unutmuşlar telaştan. Etrafında toplananlardan biri akıl etti nice sonra, polise haber verilebildi. Hava hafiften kararmaya başladığında hala bulunamamıştı, sendelemeye başladı Anne, Büyük Anne çok perişan, sinirinden kendi ağzına vuruyor, bir yandan ne konuşursun, ne sohbet edersin, torunundan gözlerini ayırmasaydın salak kadın diye diye vurmalarını rutin hale döndürüyordu.
Çevredekiler sakinleştire bilmek için, denizin kenarında o oturdukları banka götürdüler dinlensin diye. Arama devam ediliyordu, kızı nerde anne benim çocuğum nerde olabilir diye bir umutla annesine bakıyordu. Cevap veremiyordu kadın. Birden etrafında ki kalabalıkta sesler kesildi. Büyük Anne fark etti hemen, kızı kendi kendine sorular sormaktaydı hala, nerde olabilir nerde olabilir diye sayıklıyordu sanki. Kadın elini, kızının eline koyarak sıktı. Kızı ona baktı ümitle, annesi ileri bakıyor, hemen çevirdi başını, önünde ki duran kişilerin sessizce çekildiklerini fark etmemişti telaştan. Kalan birkaç kişide o sessizliğe takılarak meydanı sanki onlara bıraktılar. Büyük Anne ayağa kalktı, kızı kalkamadı yerinden, suyun üstüne yüzen o alaca karartıyı, fosforlu bir saat tanıtıyordu onlara. Oğlunun çok istediği saatti o ve demişti, ne olur Anne, al onu bana, bak kaybolursam onun ışığınla bulursun beni demişti gülerek.
Bugün tam bir sene oldu dedi Büyük Anne, kızı hızla kapıdan çıktıktan sonra yanına gelen komşularına. Ne yapacağımı bilemiyorum, tüm suç bende, ama suçun bedeli nasıl ödenir onu bilemiyorum, bu borcun ipi boynumda asılı olduğu sürece rahat yok bana diyerek çaresizliğini anlatmaya çalışıyordu kendince. Kızı gidiyordu, hızlı hızlı, ilk önce bankaya uğradı, tüm parasını havale etmesi gereken yerlere gönderdi. Yardım kuruluşlarıydı burası. Uğradı sonra oğluna, okşadı kara toprağını, dualar etti, fazla durmadı, sadece ayrılırken fısıltı halinde bugün kavuşuyoruz oğlum, az kaldı diyerek yanından ayrıldı. Sonra, oğlunun denize düştüğü yere geldi. O banka oturdu. Saatlerce orada kaldı. Yine karardı hava, o günkü gibi. Tam kalkıp, arkasına bakmadan gitmeye hazırlanırken, yan tarafında suyun içinde bir çırpıntı duydu.
Hemen o tarafa yönelerek oğlum dedi. Sonra önünden bir beyaz yün yumağının yuvarlanarak denize düştüğünü sandı. O yumak birden suyun içinde havlamaya başladı, suya batıp çıkmalarla arada kesiliyordu bu havlayış. Kadının günlerce hayal ettiği ve bir türlü neden ilk önce oraya bakmadım dediği o suların soğuk kayboluşlarına bıraktı kendini. Bu sefer izin vermeyecekti, onu kaybetmeyecekti. Çocuk, köpekle beraber bir batıyor uzun batıştan sonra köpeğin çırpınışıyla yukarı çıkıyordu. Kadın birkaç kez gözden kaçırdı onları, bu sırada etraftakilerle beraber bir adamla bir kadının bağrışlarının kendilerine doğru yaklaştığını duyuyordu o suların içinde.
Bir yandan çocuğu kurtarmaya uğraşırken, bir yandan şerit gibi bunları kaydediyordu beyni. Sularda boğuşurken, düşünceleri de kendisiyle boğuşuyordu, insanoğlu ne garip bir varlık diye düşünerek, ölmek istersin ölemezsin, ölmeyeceğim dersin sabahın ilk ışıklarıyla salanı belki de nerede olduğun belli olmayan bir yerden dinlersin dedi kendine. Çocuğu yakaladı, çekerek kıyıya götürdü, oraya toplanan insanlara verdi onu, çocuğu çekerlerken, onu bırakmamak için paçasına dişlerini geçirmiş, denize yuvarlanan yün topunun gözündeki mutluluk ışığını gördü o karanlıkta.
 

14 Nisan 2019 Pazar

BÜYÜKBABAM VE KİTAPLARI


Tırsıklığı kendine kürk edinen kedi görünümünde, Büyükbabasının odasına girer. Göz kapaklarının yorgun bir gülümsemeyle açıldığını görünce, yanındaki berjer koltuğa giderek oturur. Oksijen maskesini çıkararak, derin bir nefes almaya çalışır Büyükbaba. Yok, fazla ileri gitmiyor nefesi. Bir iki defa daha dener.
Seyrettiği sahne, hani başarısız bir oyun sergileyen bunun sonucunda, alkışlayıp alkışlamama kararsızlığında kalan seyirciler gibi ne yapacağını bilemez. Ve sonra, istersen zorlama kendini diyerek elini okşar.
Bir anda gözleri, kanat çırpmayı yeni öğrenen kelebekler mutluluğunda ışıldar Büyükbabanın.
Uyumadan önce, biraz kitap okuyabilir misin diyerek, masanın üzerinde duran Huzursuzluğun Gölgesinde kitabını okumasını ister.
Sahibi kadar heybetli olan masadan, Büyükbabasının yazdığı, henüz yayımlanmamış son romanını kalmış olduğu yerden başlar okumaya.
Büyükbaba, yaşadığı mutluluğu sanki gözleriyle içine çekmektedir.
-Seni terk ediyorum der.
Baba sessiz.
Konuşsana der kızı. Sen ayaklar üzerinde duramazsın de. Bu adama hayır etmezsin, bana etmediğin gibi de. Onun hayatına girdiğin an felaketin olursun desene. Niye susuyorsun? Yerin dibine geçirsene beni derken aslında, gitme sözünü duymak ister babasından.
Sırtını döner baba, hiçbir şey demez.
Tamam, aldım cevabımı diyerek dışarıda bekleyen taksiye atlayarak, belirsizliğe savurur kendini.
Pencerenin girdabına dayanamayan vücut, yılların yorgunluğunu taşımakta zorlanmaktadır. Geceleri elleri önünde, bir eli hiç bırakmamaya ant içmiş gibi sıkıca kapatarak, ayakta saatlerce beklemektedir. Gelmeyeceğini bile bile.
Yoksa gelmiş miydi?
Aşağıda duran taksiye bakar, kapısı açılır. İçeriden bir genç kız iner, kendisine emanet edilene zarar vermeden geri getirenin taşıdığı huzurla, geldiği yoldan döner.
Anlamamıştır baba. Hemen aşağıya iner.
Yardımcısı kapıyı açmış, kendisini yeni gelenle bekler bulur.
-Buyrun küçük hanım.
Genç kız, tedirginliğinin vermiş olduğu ağırlıkla, annem yıllar önce size bir soru sormuş, alamadığı cevabı, öldükten sonra benim almamı ister.
“Annen!” Der. Kıza bakar. Gözler tanıdık.
Sendeler birden, yardımcısı kolunu tutar.
Duru okumayı keser. Çünkü, Büyükbabası okuduğu kitabı mı yoksa kendi düşlerini mi dinlemektedir? Bilemez.
Yılların verdiği tecrübeyle, konuşma yollarının tek olmadığını, dilin yanında, hissediş, dokunuş, dillerinin de olduğunu ve Büyükbabasının sevgisiyle yoğrularak bunları onun yanında doya doya öğrenen Duru, Büyük Babasının duruşundan çok üzgün olduğunu ve torununa seni hiç bırakmak istemiyorum ama elimde değil canımın içi diyen sözlerini torununa hissettirme gayretinde olduğunu her hücresiyle duymaktadır.
Okumasına devam etmesi için bakar Duru’ya. O da devam eder;
-Anlar baba kızının öldüğünü.
Ölümüne mi terk etmişti kızını.
Terk eden kimdi aslında.
Kızı mı? Ya da karısının ölümüne sebep gördüğü kızına gitme demeyen baba mı?
Üçüncü bir terk edişlik yok mu? Birisinin annesi, diğerinin sevgili eşi kadın, bilerek kendisini ölüme attığında ikisini mi de terk etmişti aslında?
Burada soruyla durdurdu Büyükbaba torununu: “Sence”
Anladığını soruyu “Anlamadım” diye cevap verdi torun.
“Ceza kesilen kim?”
“Bence üçü de kendini cezalandırdı bilmeden”
Hıııım der Büyükbaba dalgınca.
Gözler tavanda, bir şeyler düşünmekte. Ne kadar zaman geçtiği belli değil.
Not defterimle, kalemimi verir misin?
“Yazabilirim istersen.”
“Duru, Yaşıyorum ve hayata bir virgül olmak istiyorum.”
“Beklememi ister misin?” diyerek, Büyükbabasının evcilleştirmiş olduğu zamanda onun yürümesine omuz vermek istemektedir.
Torununun düşüncesindeki yası gördüğünden, elini uzatır, Duru birden atılır Büyükbabasına, bu sarılış belki de ikisi için son olabilir.
“Dinleneyim artık, yoruldum. Genç olmadığımı bugün kabul ediyorum diyerek, yorgunluğunu torunuyla şakaya vurdurarak kamufle etmek istemektedir.
Torunu kapıya yöneldiğinde, “bir kitabım da sensin” der Büyükbaba birden.
Dönüp, “Biliyorum” diyerek ona bakarken, aslında izlerin takip edilemediği bir yolun başında sakin, kendinden emin ve elindeki kalemiyle, kendi yolunu çizmeyi bekleyen bir yolcu görmüştür.
Odasına girdiğinde, ışıklarını açmaz. Hisseder, bugünden sonra Büyükbabasının olmayacağını. Yine hisseder, Büyükbabasının zamana hükmetmesi yanında, Azrail’e hükmederek, hadi artık gidelim deyip, onu rehber olarak önüne katıp dönüşü olmayan yola çıkışlarını görür gibidir.
Cenaze merasimleri, hep boğucu gelir Duru’ya.
Büyükbabasının torunu olabilecek miydi? Güçlü bir kalem olarak okutabilecek miydi kitaplarını. İçi ürperdi. Başaramazsam, ünlü yazarın torununun yazdıkları bunlar mı diye küçümserlerse, alaya alınırsam korkuları başladı. Biraz daha beklemeliyim, sonra yayımlarım düşüncesiyle sürekli erteledi, bir türlü cesaret edip yayımcısına gönderemedi kitaplarını.
Büyükbabasının kitabı, en çok okunanlar listesinde başı zorlar. Yayımcısı, yurtdışı tanıtımlarını başlatır. Büyük başarı, onun gözünü iyice korkutur. Son yapılan bir tanıtım sırasında bir muhabirin, Büyükbabanızın basılmamış, hali hazırda bir romanı var mı sorusuyla keskin bir dönemeçte olduğunun farkına varır.
Yok diyecekken, elindeki kitaptan yayılan ve kendisini boğma haddesine getiren ışık huzmesinin, kendi kitaplarının da hakkı olduğunu düşünerek, milyon ışık hızıyla cevap verir.
Evet var. İki tane.
Bir hayranlık dalgasının su halkaları halinde yayıldığını görür. İçi rahatlayarak, sorumluluğu üzerinden atmıştır. Kelimelerin dünyasında doğumun çok zor olduğunu bilir, bir ebenin özeni gibi acele etmeden doğacak olana hissettirmesi gereken, hazırım, bana güvenebilirsin sözlerini, doğacak olan o kelimelere duyurmasını Büyükbabasından öğrenmiştir, doğan kelimeyi, beyniyle tıpışlatarak emekletmesini, tecrübesiyle ayağa kaldırmasını, tekniğiyle koşturmasını. Bunun için hiçbir zaman bilemeyeceklerdi onun kitapları olduğunu.
Devam etti coşkuyla, “yakında yayımlatacağım.”
Basımcısına kısa aralıklarla verdi kendi yazmış olduğu kitaplarını. Büyük sükseler yarattı kitaplar. Hiç kimse şüphelenmedi.
Ta ki, vicdan sesi onu yargılayıncaya kadar.
Savunması, sadece “mutluyum” dur ve bunun sıcaklığı, Büyükbabasının bakışlarını üzerinde hissetmesiyle, Babel’in koynundaki güvercinle yaşadığı mutluluğun sıcaklığı kadar kısa sürmüştür.
Yorulmuş ve tükenmişlik, ruhun ikizleri olarak yer aldı bedeninde. Yapamayacağını anlar. Yayımcısını arar hemen ve basınla bir toplantı yapmak istediğini bildirir, telefonda ki ses yeni bir kitapla mı ilgili diye sorar.
“Evet, kitaplarla.”
“Kitaplar, dedi yayımcısı, bir değil birkaç öyle mi?”
“Evet, en kısa zamanda.”
“Hafta sonuna ayarlanır toplantı.”
O an gelir çatar.
“Sözüme nereden, başlayacağımı bilemiyorum demeyeceğim arkadaşlar. Çünkü ne demem gerektiğini Büyükbabam aramızdan ayrıldığında biliyordum. Cesaret edip diyemedim. Belki bunun sebebi, Büyükbabama yaraşır torun olamama korkusu, belki tecrübesizlik, belki aç gözlülük, belki Büyükbabamın ününden faydalanma isteği, işte bu belkiler bana doğruları söylememi engelledi.”
Yine yoğunlaşan ışıklar ortasında yapayalnızdır Duru. Bu sefer farklıdır, ışıkların artık ona ağır gelmediğini, omuzlarının hafiflediğini görür. Vicdanı mıdır, yoksa Büyükbabası mıdır bir türlü anlayamadığı, fakat sarıldığını hissettiği o görünmez sevgisiyle kaybetmiş olduğu huzuru geri kazanmasına yol açmıştır.
“Son yayımladığım iki kitap, Büyükbabamın değil benimdir. Bunu bilmenizi istedim.”
Yere çakılmış hissi veren çevresindekilerden, ne bir soru, ne bir cevap gelir. Yalnızca bir ara, yayımcısını yere düştüğünü gördü. Kendi de çivilenmişti sanki, ama çivisini sessizce sökmesi gerekliydi. Bu durumda ne kadar sessiz olunabiliyorsa o sessizlikte salondan çıktı gitti. O ışıkların, kulağı sağır eden sesleri, uğultular halinde peşinden geldiğini hissederek.
Gazeteler büyük puntolar halinde “Edebiyat duayenin, aç gözlü torunu” “Hırsız torun” gibi onur kırıcı başlıklar atarak, Büyükbabasının eserlerini sahiplenmeye kalkan torun gözüyle bakan manşetler attılar büyük puntolar halinde. Bunları geçti, özel hayatları delik deşik edildi. Annesinin, barda tanıştığı sorumsuz bir DJ’den hamile kalması, çocuğu, Büyükbabasının istemediği, istenmeyen bir torun olarak dünyaya geldiği, annesinin ölümüne sebep olduğu o uğursuz geceyi de onun bencilliğine dolayarak duyurdular. Bunlar için hiçbir zaman savunma yapmadı. Çünkü her konuştuğunda, reytingler için, başka yalanlar savuracaklarından, savaşmak istemiyordu. Çünkü, kendi yalanının verdiği suçluluk duygusuyla diğer yalanların doğru görünme cesareti bir olup, onu ayakları altına alarak üzerinde tepinmişlerdi.
Kalkmayı hiç düşünmedi.
Aslında, söylenenlerden bir tanesi doğruydu. Babası olan o DJ (Disc Jockey)’nin sorumsuzluğu. Annesi bunu hissettiğinden doğurmak istememişti çocuğunu ama Büyükbabası buna izin vermeyerek onun doğmasını sağladı. Büyükbabasının söylediği gibi, Duru onun eseri.
Yıllarca, DJ damadına para yedirmiş, o da yetmemiş, bir akşam evlerine gelerek kızını almak istemiş, bağrışlar, çığırışlar sonunda Büyükbaba yüklü parayı, ertesi günü çocuk parkında vermeyi kabul etmişti.
Torununun her zaman gittiği parkta verecekti, parayı. Ama kızı babasının gitmesine razı olmadı. Kızgınlıkla yanlış bir şey yapabilir diye. Büyükbaba kabul etmedi. Kız, saklı aradı çocuğunun babasını, “İki saat erken gel, kendim getireceğim paranı.” dedi. Çünkü imza attıracaktı kocasına çocuğun vekaleti için.
Gitti o saatte, pis sırıtışlarla karşıladı DJ. “Gel parayı alıp beraber gidelim. Sonra yine geliriz. O kerizin parasını bizden başka yiyebilecek kimse yok nasılsa” . Teklifini kabul etmedi anne ve kağıdı uzattı imza atması için. O da imzayı atıverdi. Gülümsüyordu hep. Huzursuzdu Devran, bu sırıtışından. Kendi kendine, bir kişiye inanmanın bedeli bu kadar ağır mı olur diye düşündü. Hayatından çıkaramayacağını o an anladığından, ileride kendi çıkacaktı bu hayattan.
Elindeki çantayla parktan çıktı DJ. İleride bekleyen üç kişiyi başıyla parka yönlendirdi. Devran parkta düşünceli otururken, birden ağzının kapatılarak zorla ilerideki oyun gemisine sürüklenişini, tecavüze uğrayışını son anına kadar unutmadı. Bu duyguyla Devran’ın kafasını yiyeceğini, vefakar koca pozunda hem çocuğuna hem de karısına bakacağını söyleyerek onları yanında istediğini ve bu sayede Büyükbabanın parasını her zaman rahatlıkla alabileceğini planlamıştı.
Öç almak için, yaşadığı karanlıklar içinde planı işler gösterdi Devran. DJ’nin onu ve çocuğunu almaya geldiğinde, silahı şakağına dayayıp kendisini vurması, ayarladığı kişiler sayesinde o sersemlemeyle silahı, kaba kuvvetle DJ’nin eline tutuşturarak iz bırakmasını sağlayarak hayatlarından ebedi olarak çıkarmış oldu, Babasından habersiz. Karısının evini basıp öldürdüğünü yazdı gazeteler. Doğru karısını öldürdü ama o gün değildi onun ölümü.
Bunları düşündü Duru. Susmak, suskunlukta yok olmak istedi.
Ama gazeteler durmadı. Bu sefer, Büyükbabasının kitaplarına sahip çıkmak için yazarın torunu tarafından öldürmüş olabilecekleri savını ortaya attılar. Sebepler sundular. Savcılık bunu bir suç duyurusu olarak aldı. Davalar, tanıklar derken, son gece, Büyükbabanın sağlığının iyi göründüğünü, ana krizi bir hafta önce atlattığı, ritim düzensizliğinin öldürecek kadar olmadığını belirttiler.
Duru hiçbir savunma yapmadı, yüzü yoktur çünkü. Mahkeme ömür boyu hapis cezasına çarptırır. Rahatlamış şekilde, ceza evine girer. Aradan, dört yıl geçmiştir. Büyükbabasının yardımcısı, koca malikanede artık kalmaması gerektiğine inandığından, kapatmadan önce oradaki bulduğu birkaç kitap ve eşyayı bir kutuya koyarak, yılbaşı arefesinde Duru’ya getirir.
Duru mutlu olmuştur. İlk gün açmaya cesaret edemez, Büyükbabasını çok özlediğinden dayanamaz diğer gün. Yılbaşı gecesini onunla geçirmek ister. Kutuyu açar. Gözlerine inanamaz. Son gece ona okuduğu kitap oradadır. Sevinir, hem hüzünlenir.
Eline alır. Sayfaları karıştırırken, içinde Duru’ma, diye yazan zarfı bulur.
“Durum,” diye başlayarak anlattığı sevgisi ve devamı olarak yaptığı açıklamanın verdiği hürriyetle sarsılarak ağladığı mektupta; “Kitaplarım seni sevindirdiği kadar bir o kadar üzebilir. Yokluğumda alıntı,-çalıntı yaptın diyenlerin yanında, yıllar sonra çıkıp basılmaya hazır romanı bulundu diyerek kendi kitabını basmak isteyenlerle de karşılaşabilirsin. Edebiyat camiasının, bu iftiracı yüzüyle şimdiye kadar seni karşılaştırmamaya özen gösterdim. Onun için, yazdığım kitapların listesini aşağıda belirtiyorum” yazmaktadır.
Büyükbaban /İmza/Tarih
Yazdığım Kitaplarım.
1-Kayıp Yıllar
2-Davetsizler
3-……
….
33- Huzursuzluğun Gölgesinde
Duru’nun kendi yazdığı ama Büyükbabamın diye tanıttığı kitapları, listenin içinde yoktu. Mutluluğun ve hüznün birlikte yoğrulduğu gözyaşı içinde, “Büyükbabam ve kitapları” diyebilir sadece.